تفسير سورة الحاقة

الترجمة التركية - شعبان بريتش

ترجمة معاني القرآن الكريم للغة التركية ترجمها شعبان بريتش. ملاحظة: ترجمات بعض الآيات (مشار إليها) تم تصويبها بمعرفة مركز رواد الترجمة، مع إتاحة الاطلاع على الترجمة الأصلية لغرض إبداء الرأي والتقييم والتطوير المستمر.

﴿بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ الْحَاقَّةُ﴾

Gerçekleşecek olan.

﴿مَا الْحَاقَّةُ﴾

Nedir gerçekleşecek olan?

﴿وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحَاقَّةُ﴾

Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana bildiren nedir?

﴿كَذَّبَتْ ثَمُودُ وَعَادٌ بِالْقَارِعَةِ﴾

Semud ve Âd halkı (tepelerine) ansızın inecek olanı yalanlamışlardı.

﴿فَأَمَّا ثَمُودُ فَأُهْلِكُوا بِالطَّاغِيَةِ﴾

Ama Semud, şiddetli bir çığlık/ses ile helak edilmişti.

﴿وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ﴾

Âd ise kasıp kavuran uğultulu bir rüzgar ile helak edilmişti.

﴿سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍ وَثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ حُسُومًا فَتَرَى الْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَىٰ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ خَاوِيَةٍ﴾

Allah, onu yedi gece sekiz gün kesintisiz onların üzerine musallat etmişti. Böylece o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürdün.

﴿فَهَلْ تَرَىٰ لَهُمْ مِنْ بَاقِيَةٍ﴾

Onlardan arta kalan bir şey görüyor musun?

﴿وَجَاءَ فِرْعَوْنُ وَمَنْ قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِ﴾

Firavun (kavmi), ondan öncekiler ve yerle bir olan Lut şehirleri (halkı da hep) o hata ile geldiler.

﴿فَعَصَوْا رَسُولَ رَبِّهِمْ فَأَخَذَهُمْ أَخْذَةً رَابِيَةً﴾

Rablerinin elçisine isyan ettikleri için onları şiddetli bir yakalayışla yakaladı.

﴿إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ﴾

Sular taştığı zaman sizi gemide biz taşıdık.

﴿لِنَجْعَلَهَا لَكُمْ تَذْكِرَةً وَتَعِيَهَا أُذُنٌ وَاعِيَةٌ﴾

Bunu sizin için bir öğüt kılalım ve anlayışlı kulaklar duysun diye.

﴿فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ﴾

Sûr’a tek bir üfürüşle üfürüldüğü zaman.

﴿وَحُمِلَتِ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً﴾

Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp tek çarpışla çarpılıp darmadağın edildiği zaman.

﴿فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ﴾

O gün olacak olur.

﴿وَانْشَقَّتِ السَّمَاءُ فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ﴾

Gök paramparça olur, çünkü o gün zayıf ve güçsüz düşer.

﴿وَالْمَلَكُ عَلَىٰ أَرْجَائِهَا ۚ وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ﴾

Melekler ise onun çevresindedirler. Rabbinin Arş’ını ise o gün, onların da üzerinde olan sekizi taşır

﴿يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَىٰ مِنْكُمْ خَافِيَةٌ﴾

Siz o gün (hesap için) sunulursunuz; hiç bir sırrınız gizli kalmaz.

﴿فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَءُوا كِتَابِيَهْ﴾

Kimin kitabı sağından verilirse, alın kitabımı okuyun,

﴿إِنِّي ظَنَنْتُ أَنِّي مُلَاقٍ حِسَابِيَهْ﴾

Ben zaten bu hesabıma ulaşacağımı biliyordum, der.

﴿فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ﴾

Artık o, hoşnut edici bir hayat içinde.

﴿فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ﴾

Yüksek bir cennette.

﴿قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ﴾

Meyveleri ise (çok) yakın.

﴿كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ﴾

Yiyin, için afiyet olsun. Bu, geçmiş günlerde yaptıklarınızın sebebiyle (size bahşedilmiştir).

﴿وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِيَهْ﴾

Kitabı solundan verilen ise şöyle der: Eyvah, keşke kitabım verilmeseydi.

﴿وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِيَهْ﴾

Hesabımı hiç bilmeseydim.

﴿يَا لَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَ﴾

Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı!

﴿مَا أَغْنَىٰ عَنِّي مَالِيَهْ ۜ﴾

Malım bana fayda vermedi.

﴿هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِيَهْ﴾

Gücüm, hüccetim yok olup gitti.

﴿خُذُوهُ فَغُلُّوهُ﴾

Tutun onu, (ellerini boynuna) bağlayın!

﴿ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ﴾

Sonra atın onu ateşe!

﴿ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُ﴾

Sonra da onu yetmiş arşın boyundaki zincire vurun ve sürün.

﴿إِنَّهُ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ الْعَظِيمِ﴾

Çünkü o, yüce Allah’a iman etmiyordu.

﴿وَلَا يَحُضُّ عَلَىٰ طَعَامِ الْمِسْكِينِ﴾

Yoksulu yedirmeye teşvik etmiyordu.

﴿فَلَيْسَ لَهُ الْيَوْمَ هَاهُنَا حَمِيمٌ﴾

Bugün onun için hiçbir yakın yoktur.

﴿وَلَا طَعَامٌ إِلَّا مِنْ غِسْلِينٍ﴾

İrinden başka yiyecek de yoktur.

﴿لَا يَأْكُلُهُ إِلَّا الْخَاطِئُونَ﴾

Onu günahkârdan başkası yemez.

﴿فَلَا أُقْسِمُ بِمَا تُبْصِرُونَ﴾

Görebildikleriniz üzerine yemin ederim.

﴿وَمَا لَا تُبْصِرُونَ﴾

Göremediklerinize de…

﴿إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ﴾

Şüphesiz o, şerefli bir elçinin sözüdür.

﴿وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ ۚ قَلِيلًا مَا تُؤْمِنُونَ﴾

O, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!

﴿وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍ ۚ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ﴾

O, kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!

﴿تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ﴾

Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

﴿وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ﴾

Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı;

﴿لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ﴾

Elbette onu (boynunun) sağ tarafından kıskıvrak yakalardık.

﴿ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ﴾

Sonra onun şah damarını elbette keserdik.

﴿فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ﴾

Sizden hiç kimse de buna engel olamazdı.

﴿وَإِنَّهُ لَتَذْكِرَةٌ لِلْمُتَّقِينَ﴾

Şüphesiz o, sakınanlar için bir öğüttür.

﴿وَإِنَّا لَنَعْلَمُ أَنَّ مِنْكُمْ مُكَذِّبِينَ﴾

Elbette biz, biliyoruz ki içinizden yalanlayanlar vardır.

﴿وَإِنَّهُ لَحَسْرَةٌ عَلَى الْكَافِرِينَ﴾

O kâfirler için bir hasret/pişmanlıktır.

﴿وَإِنَّهُ لَحَقُّ الْيَقِينِ﴾

O, kesin bir gerçektir.

﴿فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ﴾

O halde sen, yüce Rabbinin adı ile tesbih et!

الحاقة