الترجمة التركية - شعبان بريتش
ترجمة معاني القرآن الكريم للغة التركية ترجمها شعبان بريتش. ملاحظة: ترجمات بعض الآيات (مشار إليها) تم تصويبها بمعرفة مركز رواد الترجمة، مع إتاحة الاطلاع على الترجمة الأصلية لغرض إبداء الرأي والتقييم والتطوير المستمر.﴿بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ وَالصَّافَّاتِ صَفًّا﴾
Andolsun saf saf dizilenlere.
﴿فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا﴾
Sürüp sevk edenlere.
﴿فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا﴾
Zikir okumakta olanlara.
﴿إِنَّ إِلَٰهَكُمْ لَوَاحِدٌ﴾
İlahınız tek birdir!
﴿رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ﴾
O, göklerin, yerin ve arasındakilerin Rabbidir. O, doğuların da Rabbidir.
﴿إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ﴾
Biz, en yakın göğü yıldızlarla süsledik.
﴿وَحِفْظًا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ مَارِدٍ﴾
Her inatçı şeytandan koruyarak.
﴿لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَىٰ وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ﴾
Onlar, artık mele-i a'la'ya kulak veremezler. Her taraftan kendilerine (ateş topları) atılır.
﴿دُحُورًا ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ﴾
Uzaklaştırılarak... Onlar için devamlı bir azap vardır.
﴿إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ﴾
Ancak, tek bir söz kapan olursa, hemen onu delip geçen bir alev takip eder.
﴿فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمْ مَنْ خَلَقْنَا ۚ إِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِنْ طِينٍ لَازِبٍ﴾
Şimdi onlara sor: Yaratılışça onlar mı daha çetin/zor yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
﴿بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ﴾
Belki sen buna hayret ediyorsun, onlar da alay ediyorlar.
﴿وَإِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَ﴾
Onlara öğüt verildiği zaman öğüt almıyorlar.
﴿وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ﴾
Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ediyorlar.
﴿وَقَالُوا إِنْ هَٰذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ﴾
Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değil! diyorlar.
﴿أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ﴾
Ölüp, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz yeniden diriltileceğiz?
﴿أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ﴾
Veya önceki atalarımız mı?
﴿قُلْ نَعَمْ وَأَنْتُمْ دَاخِرُونَ﴾
De ki: Evet! Hem de hor ve hakir olarak!
﴿فَإِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنْظُرُونَ﴾
Çünkü o, korkunç bir sesten ibarettir. O zaman derhal bakıp, dururlar.
﴿وَقَالُوا يَا وَيْلَنَا هَٰذَا يَوْمُ الدِّينِ﴾
Eyvah bize, işte hesap günü!
﴿هَٰذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ﴾
İşte sizin yalanladığınız hüküm günü!
﴿۞ احْشُرُوا الَّذِينَ ظَلَمُوا وَأَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَ﴾
Zalimleri, onlara eşlik edenleri ve Allah'tan başka ibadet etmiş olduklarını toplayın.
﴿مِنْ دُونِ اللَّهِ فَاهْدُوهُمْ إِلَىٰ صِرَاطِ الْجَحِيمِ﴾
Allah'tan başka (ibadet etmiş oldukları) onları Cehennem yoluna iletin!
﴿وَقِفُوهُمْ ۖ إِنَّهُمْ مَسْئُولُونَ﴾
Durdurun onları! Çünkü hesaba çekilecekler.
﴿مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ﴾
Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?
﴿بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ﴾
Hayır! Onlar, bugün artık teslim olmuşlardır.
﴿وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ﴾
Birbirlerine dönüp, sorarlar.
﴿قَالُوا إِنَّكُمْ كُنْتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَمِينِ﴾
Siz bize sağdan geliyordunuz, derler.
﴿قَالُوا بَلْ لَمْ تَكُونُوا مُؤْمِنِينَ﴾
Diğerleri de derler ki: Hayır! Siz iman eden kimseler değildiniz.
﴿وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ ۖ بَلْ كُنْتُمْ قَوْمًا طَاغِينَ﴾
Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı bir gücümüz de yoktu. Fakat siz, zaten azgın bir toplum idiniz.
﴿فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَا ۖ إِنَّا لَذَائِقُونَ﴾
Artık Rabbimizin hakkımızdaki sözü gerçekleşti. Kesinlikle biz onu/azabı tadacağız.
﴿فَأَغْوَيْنَاكُمْ إِنَّا كُنَّا غَاوِينَ﴾
Evet sizi saptırdık, çünkü biz de sapkın kimseler idik.
﴿فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ﴾
Doğrusu onlar, o gün azapta müşterektirler.
﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ﴾
Biz, günahkârlara işte böyle yaparız.
﴿إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَٰهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ﴾
Çünkü onlar, kendilerine: Allah’tan başka (hak) ilah yoktur, denildiği zaman büyüklenirlerdi.
﴿وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُو آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَجْنُونٍ﴾
Bir mecnun şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz? derlerdi.
﴿بَلْ جَاءَ بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَلِينَ﴾
Hayır! O, hakkı getirdi ve peygamberleri doğruladı.
﴿إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الْأَلِيمِ﴾
Siz ise, o acı veren azabı tadacaksınız.
﴿وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ﴾
Ancak yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz.
﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾
Ancak Allah’ın ihlaslı kulları hariç.
﴿أُولَٰئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَعْلُومٌ﴾
Onlar için bilinen rızıklar vardır.
﴿فَوَاكِهُ ۖ وَهُمْ مُكْرَمُونَ﴾
Meyveler (vardır) ve onlar ikrama layık olanlardır.
﴿فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ﴾
Nimet cennetlerinde.
﴿عَلَىٰ سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ﴾
Karşılıklı koltuklar üzerinde.
﴿يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِكَأْسٍ مِنْ مَعِينٍ﴾
Etraflarında pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.
﴿بَيْضَاءَ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ﴾
Berrak bir kaynaktan, içenlere lezzet verir.
﴿لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنْزَفُونَ﴾
O, ne baş ağrısı/sersemliği verir, ne de ondan sarhoş olurlar.
﴿وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ عِينٌ﴾
Yanlarında da, gözlerini sadece kendisine çevirmiş, güzel gözlü eşler.
﴿كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَكْنُونٌ﴾
Sanki onlar, saklı bir yumurta...
﴿فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ﴾
İşte o zaman birbirlerine dönerek (dünyadaki hallerini) soracaklar:
﴿قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ إِنِّي كَانَ لِي قَرِينٌ﴾
Onlardan biri: Benim bir yakın arkadaşım vardı, der.
﴿يَقُولُ أَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُصَدِّقِينَ﴾
Bana derdi ki: Sen gerçekten tasdik edenlerden misin?
﴿أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَدِينُونَ﴾
Ölüp, toprak ve kemik olduktan sonra, biz hesap mı vereceğiz?
﴿قَالَ هَلْ أَنْتُمْ مُطَّلِعُونَ﴾
(Cennet'e giren) Ona ne olduğunu görüyor musunuz? der.
﴿فَاطَّلَعَ فَرَآهُ فِي سَوَاءِ الْجَحِيمِ﴾
Bir de bakar ki onun ateşin ortasında olduğunu görür.
﴿قَالَ تَاللَّهِ إِنْ كِدْتَ لَتُرْدِينِ﴾
Allah’a yemin ederim ki, sen neredeyse beni de helak edecektin! der.
﴿وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّي لَكُنْتُ مِنَ الْمُحْضَرِينَ﴾
Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, şimdi ben de (Cehennem'e) getirilenlerden olurdum, dedi.
﴿أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ﴾
Şimdi, artık biz ölmeyeceğiz değil mi?
﴿إِلَّا مَوْتَتَنَا الْأُولَىٰ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ﴾
İlk ölümümüzden başka. Biz, azaba da çarptırılmayacağız.
﴿إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ﴾
İşte bu, en büyük kurtuluştur.
﴿لِمِثْلِ هَٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ﴾
Çalışıp amel edenler, böylesi için çalışsınlar.
﴿أَذَٰلِكَ خَيْرٌ نُزُلًا أَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ﴾
Bu mu daha hayırlı nimet olarak, yoksa zakkum ağacı mı?
﴿إِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِلظَّالِمِينَ﴾
Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.
﴿إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ﴾
O, Cehennem'in dibinden çıkan bir ağaçtır.
﴿طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُءُوسُ الشَّيَاطِينِ﴾
Tomurcukları (ürünleri) sanki Şeytanlar'ın başları gibidir.
﴿فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ﴾
İşte onlar, bundan yerler ve karınlarını onunla doldururlar.
﴿ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِنْ حَمِيمٍ﴾
Sonra onlar için, bunun üzerine kaynar bir içecek vardır.
﴿ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى الْجَحِيمِ﴾
Sonra da onların dönüşü yine ateşedir.
﴿إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءَهُمْ ضَالِّينَ﴾
Onlar, babalarını, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
﴿فَهُمْ عَلَىٰ آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ﴾
Onların izinde koşturmuşlardı.
﴿وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ الْأَوَّلِينَ﴾
Andolsun ki, onlardan önce eski milletlerin çoğu dalalete düştü.
﴿وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِمْ مُنْذِرِينَ﴾
İçlerinden uyarıcılar gönderdik.
﴿فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ﴾
Uyarılanların sonu nasıl oldu bir bak!
﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾
Allah’ın ihlaslı kullarının dışında...
﴿وَلَقَدْ نَادَانَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجِيبُونَ﴾
Şüphesiz Nuh bize seslenmişti de, doğrusu biz pek güzel icabet edenleriz!
﴿وَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ﴾
Onu ve ailesini, o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
﴿وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاقِينَ﴾
Onun neslini baki kalanlar kıldık.
﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ﴾
Sonradan gelenler arasında (güzel bir) nam bıraktık.
﴿سَلَامٌ عَلَىٰ نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ﴾
Alemler içinde Nuh’a selam olsun!
﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾
İşte biz iyileri böyle ödüllendiririz.
﴿إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾
Çünkü O, mü’min kullarımızdan idi.
﴿ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ﴾
Diğerlerini ise suda boğmuştuk.
﴿۞ وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ﴾
Şüphesiz İbrahim de onun yolunda olanlardan idi.
﴿إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ﴾
Hani O, Rabbine (şirkten) selamette olan bir kalp ile gelmişti.
﴿إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ﴾
Hani o, babasına ve kavmine demişti ki: Siz, nelere ibadet ediyorsunuz?
﴿أَئِفْكًا آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ﴾
Allah’tan başka uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?
﴿فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ﴾
Alemlerin Rabbi hakkında ne düşünüyorsunuz ki (O'na şirk koştunuz)?
﴿فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ﴾
İbrahim yıldızlara bir göz attı...
﴿فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ﴾
Ve “Ben hastayım.” dedi.
﴿فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ﴾
Arkalarını dönüp, gittiler.
﴿فَرَاغَ إِلَىٰ آلِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ﴾
İbrahim, onların ilahlarıyla baş başa kaldı. Yemez misiniz? dedi.
﴿مَا لَكُمْ لَا تَنْطِقُونَ﴾
Size ne oldu da konuşmuyorsunuz?
﴿فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ﴾
Sonra, üzerlerine gelip sağ eliyle (kuvvetle) vurdu.
﴿فَأَقْبَلُوا إِلَيْهِ يَزِفُّونَ﴾
Kavmi (telaş içinde) koşarak ona doğru geldi.
﴿قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ﴾
İbrahim, onlara; (Ellerinizle) Yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyorsunuz? dedi.
﴿وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ﴾
Oysa sizi de yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.
﴿قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَأَلْقُوهُ فِي الْجَحِيمِ﴾
Onun için bir bina yapın, onu ateşin içine atın! dediler.
﴿فَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَسْفَلِينَ﴾
Ona tuzak kurmak istediler. Ama biz onları alçalttık.
﴿وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَىٰ رَبِّي سَيَهْدِينِ﴾
İbrahim dedi ki: Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek.
﴿رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ﴾
Rabbim, bana salihlerden bir evlat bağışla.
﴿فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ﴾
Biz de ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdesi verdik.
﴿فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ إِنِّي أَرَىٰ فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرَىٰ ۚ قَالَ يَا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ ۖ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ﴾
Çocuk, onunla yürüyüp, dolaşacak bir yaşa gelince, ona dedi ki; Oğulcuğum, ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Bir bak, sen ne görüyorsun? Oğlu: Babacığım! Sana emrolunanı yap! dedi. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın!
﴿فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ﴾
Her ikisi de teslimiyet gösterip, İbrahim oğlunu alnı üzerine yatırdığı zaman...
﴿وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَا إِبْرَاهِيمُ﴾
Ey İbrahim! diye seslendik.
﴿قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا ۚ إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾
Sen rüyanı gerçekten tasdik ettin. Biz, iyileri böyle mükafatlandırırız.
﴿إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ الْبَلَاءُ الْمُبِينُ﴾
Bu, elbette apaçık bir imtihandı.
﴿وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ﴾
Ona fidye/bedel olarak büyük bir kurbanlık (koç) vermiştik.
﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ﴾
Sonradan gelenler arasında (güzel bir) nam bıraktık.
﴿سَلَامٌ عَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ﴾
İbrahim’e selam olsun!
﴿كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾
İşte iyileri böyle ödüllendiririz.
﴿إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾
Çünkü o, mü’min kullarımızdan idi.
﴿وَبَشَّرْنَاهُ بِإِسْحَاقَ نَبِيًّا مِنَ الصَّالِحِينَ﴾
O’na salihlerden bir peygamber olacak İshak’ı müjdeledik.
﴿وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَىٰ إِسْحَاقَ ۚ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِنَفْسِهِ مُبِينٌ﴾
Onu da İshak’ı da mübarek kıldık. İkisinin soyundan iyi davranan da var, açıkça kendi nefsine zulmetmekte olan da.
﴿وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَارُونَ﴾
Musa ve Harun’a da lütufda bulunmuştuk.
﴿وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ﴾
O ikisini ve kavimlerini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
﴿وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ﴾
Onlara yardım etmiştik de onlar galip gelmişlerdi.
﴿وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ﴾
O ikisine açıkça anlaşılan kitabı vermiştik.
﴿وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ﴾
Onlara dosdoğru olan yola hidayet ettik.
﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآخِرِينَ﴾
Sonradan gelenler arasında (güzel bir) nam bıraktık.
﴿سَلَامٌ عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَارُونَ﴾
Musa ve Harun’a selam olsun!
﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾
İşte iyileri böyle ödüllendiririz.
﴿إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾
Çünkü ikisi de mü’min kullarımızdan idi.
﴿وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ﴾
İlyas da peygamberlerden idi.
﴿إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ﴾
Halkına şöyle demişti: Sakınmıyor musunuz?
﴿أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ﴾
Yaratıcıların en iyisini bırakıp Ba’l (adlı puta) mi dua ediyorsunuz?
﴿اللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ﴾
Sizin Rabbinizin de, daha önceki atalarınızın Rabbi de Allah’tır.
﴿فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ﴾
Onu yalanladılar, bundan dolayı gerçekten onlar, (azap için getirilip) hazır bulundurulacak olanlardır.
﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾
Allah’ın ihlaslı kulları başka.
﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ﴾
Sonradan gelenler arasında (güzel bir) nam bıraktık.
﴿سَلَامٌ عَلَىٰ إِلْ يَاسِينَ﴾
İlyas’a selam olsun!
﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾
İşte iyileri böyle ödüllendiririz.
﴿إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾
Çünkü o, mü’min kullarımızdan idi.
﴿وَإِنَّ لُوطًا لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ﴾
Lût da elbette peygamber idi.
﴿إِذْ نَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ﴾
Onu ve ailesini topluca kurtarmıştık.
﴿إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ﴾
Sadece geride kalanlardan olan yaşlı bir kadın dışında.
﴿ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ﴾
Sonra da diğerlerini helak etmiştik.
﴿وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِمْ مُصْبِحِينَ﴾
Siz sabah vakti onların üstünden (yanından) muhakkak geçip gidiyorsunuz.
﴿وَبِاللَّيْلِ ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ﴾
Ve akşam da, aklınızı kullanmıyor musunuz?
﴿وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ﴾
Yunus da peygamberlerden idi.
﴿إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ﴾
Hani o, kaçıp, yüklü bir gemiye binmişti.
﴿فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَضِينَ﴾
Kura çekmişler ve kaybedenlerden olmuştu.
﴿فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ﴾
O, kınanmış iken bir balık onu yuttu.
﴿فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّحِينَ﴾
Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı.
﴿لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ﴾
İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
﴿۞ فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاءِ وَهُوَ سَقِيمٌ﴾
Ama biz onu bitkin (hasta) olduğu halde boş bir yere çıkardık.
﴿وَأَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْطِينٍ﴾
Onun üzerine de (geniş yapraklı) bir bal kabağı bitkisi bitirdik.
﴿وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَىٰ مِائَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ﴾
Sonra da onu yüz bin kişiye veya daha fazlasına göndermiştik.
﴿فَآمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَىٰ حِينٍ﴾
Ona iman ettiler, biz de onlara bir süreye kadar geçimlik verdik.
﴿فَاسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَ﴾
Onlara sor, kızlar Allah’ın da, oğlanlar onların mı?
﴿أَمْ خَلَقْنَا الْمَلَائِكَةَ إِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ﴾
Yoksa bizim melekleri dişi olarak yarattığımıza mı şahitlik ettiler?
﴿أَلَا إِنَّهُمْ مِنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ﴾
Bak, onlar nasıl da uydurarak,
﴿وَلَدَ اللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ﴾
Andolsun saf saf dizilenlere.
﴿أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ﴾
Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş?
﴿مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ﴾
Size ne oluyor? Nasıl hüküm verebiliyorsunuz?
﴿أَفَلَا تَذَكَّرُونَ﴾
Hiç düşünmüyor musunuz?
﴿أَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُبِينٌ﴾
Yoksa sizin çok açık bir deliliniz mi var?
﴿فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ﴾
Eğer doğru söylüyorsanız, haydi kitabınızı getirin.
﴿وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًا ۚ وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ﴾
Allah ile cinler arasında bir soy bağı icat ettiler. Cinler de elbette (hesaba) götürüleceklerini biliyorlar.
﴿سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾
Allah, onların vasıflandırdıkları (sıfatlardan) münezzehtir.
﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾
Allah’ın ihlaslı kulları müstesna.
﴿فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ﴾
Siz ve ibadet ettikleriniz.
﴿مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِنِينَ﴾
Hiçbiriniz, (Allah'a karşı) başka kimseyi fitneye düşürüp yoldan çıkaramazsınız.
﴿إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَحِيمِ﴾
Cehenneme atılacaklardan başkasını…
﴿وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ﴾
Biz (meleklerin) her birimizin belli bir makamı vardır.
﴿وَإِنَّا لَنَحْنُ الصَّافُّونَ﴾
Şüphesiz biziz o saf saf dizilenler.
﴿وَإِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ﴾
Ve yine biz, tesbih edicileriz.
﴿وَإِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَ﴾
Onlar, şöyle diyorlardı:
﴿لَوْ أَنَّ عِنْدَنَا ذِكْرًا مِنَ الْأَوَّلِينَ﴾
Öncekilerden yanımızda bir zikir/kitap olsaydı.
﴿لَكُنَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾
Elbette Allah’ın ihlaslı kulları olurduk.
﴿فَكَفَرُوا بِهِ ۖ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ﴾
Şimdi ise O’na küfrettiler. Yakında bilecek onlar.
﴿وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَلِينَ﴾
Andolsun ki, (peygamber) gönderilmiş kullarım için Bizim (onlara yardım) sözümüz geçmiştir.
﴿إِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنْصُورُونَ﴾
Onlara mutlaka yardım edilecektir.
﴿وَإِنَّ جُنْدَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ﴾
Bizim ordularımız galip gelecektir.
﴿فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍ﴾
Öyleyse bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
﴿وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ﴾
Ve onlara (gelecek azabı) gözetleyedur. Onlar da yakında görecekler.
﴿أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ﴾
Azabımızı mı acele istiyorlar?
﴿فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَاءَ صَبَاحُ الْمُنْذَرِينَ﴾
Fakat (azap) onların sahasına indiği zaman, uyarılıp korkutulanların sabahı pek de kötü olacak!
﴿وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍ﴾
Bir süreye kadar onlardan uzaklaş.
﴿وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ﴾
Ve onlara (gelecek azabı) gözetleyedur. Onlar da yakında görecekler.
﴿سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾
İzzet/güç sahibi olan senin Rabbin, onların nitelendirmekte olduklarından münezzehtir.
﴿وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ﴾
Selam elçilere!
﴿وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ﴾
Hamd ise alemlerin Rabbi Allah’adır.
الترجمات والتفاسير لهذه السورة:
- سورة الصافات : الترجمة الأمهرية አማርኛ - الأمهرية
- سورة الصافات : اللغة العربية - المختصر في تفسير القرآن الكريم العربية - العربية
- سورة الصافات : اللغة العربية - التفسير الميسر العربية - العربية
- سورة الصافات : اللغة العربية - معاني الكلمات العربية - العربية
- سورة الصافات : الترجمة الأسامية অসমীয়া - الأسامية
- سورة الصافات : الترجمة الأذرية Azərbaycanca / آذربايجان - الأذرية
- سورة الصافات : الترجمة البنغالية বাংলা - البنغالية
- سورة الصافات : الترجمة البوسنية للمختصر في تفسير القرآن الكريم Bosanski - البوسنية
- سورة الصافات : الترجمة البوسنية - كوركت Bosanski - البوسنية
- سورة الصافات : الترجمة البوسنية - ميهانوفيتش Bosanski - البوسنية
- سورة الصافات : الترجمة الألمانية - بوبنهايم Deutsch - الألمانية
- سورة الصافات : الترجمة الألمانية - أبو رضا Deutsch - الألمانية
- سورة الصافات : الترجمة الإنجليزية - صحيح انترناشونال English - الإنجليزية
- سورة الصافات : الترجمة الإنجليزية - هلالي-خان English - الإنجليزية
- سورة الصافات : الترجمة الإسبانية Español - الإسبانية
- سورة الصافات : الترجمة الإسبانية - المنتدى الإسلامي Español - الإسبانية
- سورة الصافات : الترجمة الإسبانية (أمريكا اللاتينية) - المنتدى الإسلامي Español - الإسبانية
- سورة الصافات : الترجمة الفارسية للمختصر في تفسير القرآن الكريم فارسی - الفارسية
- سورة الصافات : الترجمة الفارسية - دار الإسلام فارسی - الفارسية
- سورة الصافات : الترجمة الفارسية - حسين تاجي فارسی - الفارسية
- سورة الصافات : الترجمة الفرنسية - المنتدى الإسلامي Français - الفرنسية
- سورة الصافات : الترجمة الفرنسية للمختصر في تفسير القرآن الكريم Français - الفرنسية
- سورة الصافات : الترجمة الغوجراتية ગુજરાતી - الغوجراتية
- سورة الصافات : الترجمة الهوساوية هَوُسَ - الهوساوية
- سورة الصافات : الترجمة الهندية हिन्दी - الهندية
- سورة الصافات : الترجمة الإندونيسية للمختصر في تفسير القرآن الكريم Bahasa Indonesia - الأندونيسية
- سورة الصافات : الترجمة الإندونيسية - شركة سابق Bahasa Indonesia - الأندونيسية
- سورة الصافات : الترجمة الإندونيسية - المجمع Bahasa Indonesia - الأندونيسية
- سورة الصافات : الترجمة الإندونيسية - وزارة الشؤون الإسلامية Bahasa Indonesia - الأندونيسية
- سورة الصافات : الترجمة الإيطالية للمختصر في تفسير القرآن الكريم Italiano - الإيطالية
- سورة الصافات : الترجمة الإيطالية Italiano - الإيطالية
- سورة الصافات : الترجمة اليابانية 日本語 - اليابانية
- سورة الصافات : الترجمة الكازاخية - مجمع الملك فهد Қазақша - الكازاخية
- سورة الصافات : الترجمة الكازاخية - جمعية خليفة ألطاي Қазақша - الكازاخية
- سورة الصافات : الترجمة الخميرية ភាសាខ្មែរ - الخميرية
- سورة الصافات : الترجمة الكورية 한국어 - الكورية
- سورة الصافات : الترجمة الكردية Kurdî / كوردی - الكردية
- سورة الصافات : الترجمة المليبارية മലയാളം - المليبارية
- سورة الصافات : الترجمة الماراتية मराठी - الماراتية
- سورة الصافات : الترجمة النيبالية नेपाली - النيبالية
- سورة الصافات : الترجمة الأورومية Oromoo - الأورومية
- سورة الصافات : الترجمة البشتوية پښتو - البشتوية
- سورة الصافات : الترجمة البرتغالية Português - البرتغالية
- سورة الصافات : الترجمة السنهالية සිංහල - السنهالية
- سورة الصافات : الترجمة الصومالية Soomaaliga - الصومالية
- سورة الصافات : الترجمة الألبانية Shqip - الألبانية
- سورة الصافات : الترجمة التاميلية தமிழ் - التاميلية
- سورة الصافات : الترجمة التلجوية తెలుగు - التلجوية
- سورة الصافات : الترجمة الطاجيكية - عارفي Тоҷикӣ - الطاجيكية
- سورة الصافات : الترجمة الطاجيكية Тоҷикӣ - الطاجيكية
- سورة الصافات : الترجمة التايلاندية ไทย / Phasa Thai - التايلاندية
- سورة الصافات : الترجمة الفلبينية (تجالوج) للمختصر في تفسير القرآن الكريم Tagalog - الفلبينية (تجالوج)
- سورة الصافات : الترجمة الفلبينية (تجالوج) Tagalog - الفلبينية (تجالوج)
- سورة الصافات : الترجمة التركية للمختصر في تفسير القرآن الكريم Türkçe - التركية
- سورة الصافات : الترجمة التركية - مركز رواد الترجمة Türkçe - التركية
- سورة الصافات : الترجمة التركية - شعبان بريتش Türkçe - التركية
- سورة الصافات : الترجمة التركية - مجمع الملك فهد Türkçe - التركية
- سورة الصافات : الترجمة الأويغورية Uyƣurqə / ئۇيغۇرچە - الأويغورية
- سورة الصافات : الترجمة الأوكرانية Українська - الأوكرانية
- سورة الصافات : الترجمة الأردية اردو - الأردية
- سورة الصافات : الترجمة الأوزبكية - علاء الدين منصور Ўзбек - الأوزبكية
- سورة الصافات : الترجمة الأوزبكية - محمد صادق Ўзбек - الأوزبكية
- سورة الصافات : الترجمة الفيتنامية للمختصر في تفسير القرآن الكريم Vèneto - الفيتنامية
- سورة الصافات : الترجمة الفيتنامية Vèneto - الفيتنامية
- سورة الصافات : الترجمة اليورباوية Yorùbá - اليوروبا
- سورة الصافات : الترجمة الصينية 中文 - الصينية